Hayal Edildiği Gibi Olmayan Bir Yol: Yolda, Jack Kerouac

    Bu kitabı eleştirmeye nereden başlasam bilemiyorum. Ne kadar yanlış anlaşıldığından mı? Ne kadar problematik şeyler barındırdığı mı? Yoksa anlatım dilinden mi?

    Okumadan önce ya da okumaya başladığımda ilk düşüncem; genç birkaç arkadaş yola çıkıyor, savaş sonrası özgürlüklerini arıyorlar, kendilerini arıyorlar, dünyayı deneyimlemek istiyorlar, farklı şeyler görmek istiyorlar gibi bir şeydi. Genel olarak kitabın da bu yönüyle konuşulduğunu görüyoruz. İşin gerçeği şu ki; kitaba bu şekilde bakmak için yazılan şeyleri korkunç şekilde romantize etmek ve sergilenen davranışlara da göz yummak gerekli. 

     On the Road bir defa kesinlikle özgürlük hikayesi değil. Bu kitabın özgürlük konusunda yaptığı şey: Kaçmak. Hiçbir zaman sorumluluk almamak, amaçsız kalmak, etrafındaki insanları bencilce kullanmak, yalan söylemek ve inkar. Bolca narsistlik. Cinsiyetçilik, ırkçılık ve pedofili. Belki abartılı gelebilir, o yüzden alıntılar da ekleyeceğim. Kitaptan bahsedilirken genelde en çok şu alıntıyı görüyorum: “…çünkü sadece çılgınlar çeker benim ilgimi, yaşamak için çıldıran, konuşmak için çıldıran, her şeyi aynı anda isteyen, asla esnemeyen ya da beylik laflar etmeyen…” Kitabın ilk kısmında gördüğümüz bu cümlelerin neye yol açacağını merak ediyorum. Sonra yavaş yavaş bir problem var dedirten şeylerle karşılaşıyorum. “…uçsuz bucaksız bir toz buluttan ibaretti. Soluk alamazdın. Toprak kapkaraydı. Nebraska’yı Kızılderililere geri verseler de olur bence.” Bu şekilde başlayan bakış açısı git gide dozu artan bir ırkçılığı göstermeye başlıyor. Karşılaşılan her bir siyahinin siyahi olduğu(bazen zenci deniliyor) vurgulanıyor. “Siyahi kadın”, “siyahi yaşlı adam”, “siyahi bar”, “siyahi bebek” şeklinde anlatılıyorlar. Daha kötüsü kitabın betimlemesi bundan ibaret kalıyor çoğu yerde. Bir karakter derinleştirmesi yok. Bu da aslında bir karakter diyemeyecek kadar korkunç derecede yüzeysel bırakıyor insanları. Jack’in insanları güzel, çirkin, yaşlı, zengin gibi sıfatlardan oluşuyor. Kadınlar ise ikiye ayrılıyor: Sevişmeye uygun olanlar ve olmayanlar. Daha yarısına geldiğimde bile cinsiyetçilik konusunda tez yazacak kadar materyal sağlıyordu. Sonra internete yazıp bakınca bu konudan ciddi şekilde bahseden başlıklar gördüm. Kitaptaki kadın karakterler herhangi bir amacı olmayan, sadece güzel olup olmaması ile değerlendirilen, güzel olduklarında da mutlaka bir fahişe benzetmesi alan insanlar. (“Harika bir fahişeyi andırıyordu.” sf. 290) 

Neal Cassandy ve Jack Kerouac

    Kitabın yarısına gelindiğinde başka şeyler de dikkat çekmeye başlıyor. Ana karakterlerimiz Jack ve Neal’in özellikle küçük kızları kesmesi. (“…14 yaşındaki küçük kızı Nancy bir içim suydu.” sf. 251) Meksika’ya vardıklarında orada durum iyice ortaya çıkıyor ama öncesinde bu kitaptan bazı anları da anlatmak istiyorum. Neal özellikle bahsedilmeyi hak eden biri çünkü korkunç bir insan. Suça yatkınlığını, hırsızlıklarını bir kenara bırakıyorum, etrafındaki insanlara da son derece bencilce ve narsist bir şekilde yaklaşıyor. Kitap boyunca hayatına birkaç kadın girdiğini görüyoruz. Hepsinde aynı şey oluyor. Birlikte oluyorlar, çocuk yapıyor ve sonra vınlayıp kaçıyor. 3 ya da 4 çocuğu babasız bırakıyor, hepsini saymadım. Carolyn ile yaşadıkları ayrı bir konu. Evleniyorlar, çocuk yapıyorlar, Neal bankadan tüm parayı çekip karısını ve çocuğunu beş parasız bırakıp yola çıkıyor. Bir süre sonra geri dönüyor. Carolyn hemen geri kabul ediyor. Belli bir süre geçince Jack bunları ziyaret ediyor, bunu gören Carolyn sinir krizleri geçiyor ve tekrar hamile bu sırada. Çünkü Neal’in tekrardan kaçacağını anlıyor. Neal durur mu? Tekrardan karısını ve çocuklarını bırakıp kaçar. Kitaptaki özgürlük denilen şey bundan ibaret. Bu kadar bahsetmek yetmez. Bu arkadaş grubunda Al Hinkle var bir de. Al, Jack ve Neal yolda parasız kalıyorlar. O sırada Al’e de aşık bir kadın var. Al hemen kadın ile evleniyor çünkü kadının biraz parası var. Kadını da zorla yola dahil ediyorlar, yol masrafını karşılaması için. Kadın beş parasız kalınca ne oluyor dersiniz? Onu bir otel odasında tek başına bırakıp kaçıyorlar. Tüm bu yaptıkları şeylerin sorumluluklarından kaçmaktan da geri durmuyorlar. (“Bu rezil dünyada hiçbir şey benim suçum değil, bunu göremiyor musun? Olmasını istemiyorum, olamaz ve olamayacak.” sf. 246) 

 

    Gelelim Meksika kısmına. Bu kısım fakir bir yerde dolarlarının Meksika pesosu karşısında ne kadar değerli olduğunu fark etmeleri ve fütursuzca yeme-içmeleri ile geçiyor. Bir Avrupalı’nın Türkiye’ye gelip “Her şey ne kadar ucuz. Cennet gibi yer, düşteyiz resmen.” demesinden farksız bir durum oluşturuyor. Komik olan şey aslında beat kuşağının bunun tersi bir noktasında duruyormuş gibi olması. Beat kuşağını araştırdığınızda ilk göreceğiniz şeylerden biri maneviyatı benimseyip, materyalizmi reddeden, dünyayı keşfetmeyi ve devinimi önemseyen bir anlayış olarak bahsediliyor olması. Kitapta gördüğümüz şey ise tüketme açlığından başka bir şey değil. Amerika’da tüketemiyorlardı çünkü paraları yoktu, Meksika’da tüketebildiklerini görünce hemen cennet olarak benimsediler. 

(“İnsanlar değişir, dostum, bunu anlamak zorundasın.” “Sen ve ben değişmeyiz umarım.” Biz biliyoruz, biz biliyoruz.” sf. 286) 

    Gelelim Meksika’daki genelev kısmına. Öncesinde karakterlerimizin pedofili davranışları sergilediğini söylemiştim. Burada iyice ortaya çıktığını görüyoruz. Herkesin küçük yaşta olduğu bir geneleve gidiyorlar. 15-16 yaşında insanlardan oluşuyor. Öyle ki barmen bile 18 yaşında biri. Bu yaşların doğru olup olmadığı hiç sorgulanmıyor ancak söylenen bu. Gittikleri bu yerde de daha küçük birini arıyorlar. Jack 16 yaşında biri buluyor, Frank 15 yaşında biri. Sürekli şunu görüyoruz: “Küçük esmer kızı deli gibi arzuluyordum.” “Küçük minnoşlarla vakit geçirmek istiyorum.” sf. 326. Çok eğlenceliydi, güzeldi diye anlatılan yer böyle bir yer. Bir noktada 11 yaşındaki kıza da sulanacaklarmış gibi oluyor. Neyse ki duruyor.

Jack Kerouac
    Benzer şeylerden daha da bahsedebilirim ama genel döngü bunlardan oluşuyor. Parasızlar, birilerini kullanıyorlar ya da çalıyorlar. Terk edip neleri varsa harcıyorlar. Beş parasız kalınca da geri dönüyorlar evlerine. Sonra başa sarıp tekrar aynı şeylerden. İki tane On the Road var. Biri insanların okudukları, diğeri de var olduğunu hayal ettikleri. Romantize edenler ikincisini seçiyor. Nietzsche vari bir şey okuduklarını düşünüyorlar, alakası yok. İşin ilginci bir noktada yapılan eylemleri sorgulamada deşmeye gidecekmiş gibi davranıyor. Ve o noktada “Acaba?” demiştim fakat kitap ve insanlarımız ne yazık ki o yöne gitmiyor. Son bir alıntıyla bitireyim.

 “Çocuklarımız günün birinde bu fotoğraflara hayretle bakacak ve ebeveynlerinin düzenli bir hayat yaşadığını, sabahları kalkıp hayatın kaldırımlarında gururla yürüdüğünü sanacaklardı; aslında yaşadığımız hayatların ve gecelerin bu sefil deliliğini, isyanını, cehennemini, o “anlamsız yol kabusunu” hayal bile edemeyeceklerdi.” sf. 296

 (O çocuklar babasız, anneleri de sinir krizleri geçiriyor.)

Yorumlar

Popüler Yayınlar